26 Temmuz 2010 Pazartesi

Verdiğin parayı sayma, bedava!


Annemin internette istanbul'a yakın yerleri araştırmasıyla başlayan "Marmara Adası" maceramız dün gece 10.30 sularında eve gelmemizle son buldu.

İnternetten yaptığımız hiçbir rezervasyon amacına ulaşmayınca tabi evdeki hesap çarşıya uymadı. Acaba paramız yetecek mi, orada ne kadar harcarız, gitmesek mi gibi endişeler içindeyken deniz otobüsü biletlerini almamızla gidişimiz kesinleşmiş oldu. Deniz otobüsü internette yazdığı gibi 2.5 saat değil tam 3 saat 25 dakika sürdü. Deniz üzerinde hiç temiz hava almadan, yaz sıcağında giyilmiş askılı bir elbiseyle klima altında tam 205 dakika üşümek... Gerçekten eğlenceli değildi.

Adaya vardığımızda internet sitelerinde 10 dakikalık mesafede olduğu yazılan motelin bulunduğu çınarlı köyüne minibüs ya da taksi yoluyla varabileceğimizi öğrendik. Minibüslerin kalktığı yere doğru yürürken etraftaki çay bahçeleri, dondurmacılar ve dükkanlar bize Burgaz adayı hatırlattı. Burgaz adayı ikimizde çok sevdiğimizden buraya da daha samimi bir gözle bakmaya başladık. Gittiğim yerleri başka yerlere benzetmek gibi bir alışkanlığım olduğu için,anlatırken bu benzetmelere birkaç kez daha rastlayacaksınız sanırım:)

Minibüse bindiğimizde yaptığım ilk şey 10 dakikadan fazla sürmeyecek olmasını hayal etmekti. Hem çok sıcaktı, hem çok kalabalık, hem de ayakta bir valizle durmaya çalışıyordum. yaklaşık 20 dakika sonra son durağa geldik. Meğer zaten sadece 3 durak varmış, ilk durak*merkez, ikinci durak*manastır, son durak*çınarlı köyü. Son durakta indiğimizde motelin yerini sorduk, tarifler üzerine yaklaşık 10 dakikalık bir yol.. ve nihayet vikinglerin yerini bulmuştuk. Saat 11.30 olmuştu biz yeri bulana kadar. Kimliklerimiz verildi, oda anahtarı alındı ve odaya yerleşildi.

Oda gayet küçük ve temizdi. Eşyaları bırakıp biraz keşif yapmaya karar verdik. Vikingler deniz kenarındaydı, zaten şerit boyunca pansiyonlar, moteller ve restoranlar vardı. Arabanın giremediği bir yürüyüş yoluydu. Bu köy de bana Kumlayı hatırlatmıştı. Daha küçüktü sadece.

Restoranların hemen hemen hepsi, çiğ börek, balık, pide, midye gibi yazlık yerlerin vazgeçilmez yemeklerinin hepsini bulunduruyordu. Kahveler vardı. Denizi sırtınıza aldığınızda köyün sağ tarafındaki kahveler, daha çok gençlere yönelik gözüküyordu, müzik,oyunlar, hatta alkol bile vardı. Sağ tarafa doğru gittikçe, daha aile çay bahçesi tarzında yerler göze çarpıyordu. Bakkal, dondurmacı, pastane gibi yerleri de öğrendikten, hatta köyü bir ucundan diğer ucuna yürüdükten sonra odamıza döndük. Biraz kitap okuyarak, uykuya daldık.

Sabah uzun zaman sonra denize girecek olmanın heyecanı üzerimizde, hazırlanıp kahvaltıya indik. Kahvaltı ve vikingler gayet güzeldi.Kumsala adım attığımızda tüm gölge yerlerin hatta tek bir şezlong dışında tüm şezlongların dolu olduğunu gördük. Güneşte geçen tüm günün, sıcak bir denizin, dalga sesinde kitap okumanın ardından akşamüstü 7 sularında odaya çıktık. Duş alıp hazırlandıktan sonra yeniden aşağıya indik. Yemekler gayet lezzetliydi, hatta söylemeliyim ki ilk kez dışarıda bir zeytinyağlı yemeği bu kadar beğendim. Yemekten sonra merkeze inmeye karar verdik, Çınarlı'nın bir ucundan diğer ucuna yürümek 15 dakika sürerken, yapılacak pek de bir şey yoktu. Saat başı kalkan minibüslerle, bu sefer çok da kalabalık olmayan bir şekilde merkeze indik. Merkezde yürüyebileceğimiz yerleri de dolaştıktan sonra, deniz otobüsü iskelesinin yanında bulunan çay bahçesine oturduk. Birer çay içip yeniden ayaklandık. Her yerde ot ve baharat satan yerler vardı. Adanın bir tarafı çok yeşil olduğu için sebze, meyveler hep çok tazeydi. Gün içinde yiyip içtiğimiz şeyleri düşündükçe adanın ucuzluğu daha da dikkatimizi çekiyordu. Her yazlık yerde olduğu gibi burada da bolca takı satan tezgahlar vardı. Taktığım bilekliklerin bazılarının eskidiğini söyleyen annemi dinledim ve hem kendime hem Özgür'e birer bileklik aldım. Tekrar ters istikamete doğru ilerlemeye başladık. Bu sefer hedef dondurmacıydı. Dondurmacıya gittiğimizde topların küçük olduğunu görerek 6 çeşit dondurma aldım. Böyle söyleyince çok gibi gözükse de İstanbul'da aldığımız 2 top kadar ancak oldu. Annemle ikimizin 6'şar topuna 4.5 lira verince artık emin olmuştum. istanbul'da 2 topa buradaki 12 toptan daha fazla veriyormuşuz meğer. Mısırdan çaya, şaldan dondurmaya her şey yarı fiyatından azdı burada. Hem de yazlık bir adada! Şaşılacak şeydi doğrusu. Evdeki hesap bu ucuzluk sayesinde çarşıya uymuştu artık.

Aynı yerleri dolanmaktan yorulup başka bir çay bahçesine oturduk. Buradaki fiyatların da diğerlerinden farkı yoktu. Saat 12'de son minibüse binerek köyümüze döndük. Sularımızı alıp, otele geçtik. Yine kitap uyuyarak günü bitirdik.

Sabah yeniden kahvaltıya indiğimizde boş bir şemsiye vardı. Zaten şemsiye olmasaydı kumsalda oturamazdım. Bir gün önce güneşe ilk kez çıkmış olmama rağmen hem gölgede oturmamıştım hem de öğlen sıcağında güneşte kalmıştım. Beklenen sonuç boy göstermişti. Her yerim acıyordu. Şemsiye altında kitap okurken, dün aynı saatlerde gelen, arabalı vapura benzer, oldukça büyük bir tur gemisi yine iskeleye yanaşıyordu. Aynı saatte aynı Hande Yener şarkısıyla koya giren gemi, iskeleye yanaşırken yine Barış Manço'nun el salla şarkısını çalıyordu. Koydan yolcularını alıp bir tur atıp çıkana kadar da aynı şarkıyı çalmaya devam etti, geminin içindekiler de bıkmadan el sallamaya. Kıyıda dinlenenler için gerçekten sinir bozucu olan bu geminin, belediyede yapılan anons sayesinde Tekirdağ, Barbaros'a giden bir yolcu gemisi olduğunu öğrenmiş olduk. Günde 2 kez geliyormuş yolcu alıyormuş, gidiyormuş. Tıpkı deniz otobüsleri gibi, bu arabalı ve tekirdağa gidiyor sadece. Merkeze inene kadar saat 6'da sandığımız deniz otobüsüne yetişebilmek için saat 4 gibi odaya çıkıp hazırlandık, vikinglere veda ederek merkeze indik. Ama geciken 5 gemisinden yapılan anonsla kendi gemimizin saat 6'da Avşa'dan kalkıp, 6.30'da bizim adadan kalkacağını öğrendik. Elimizde valiz olduğundan yürüyüş yapmadan iskeleye yakın bir çay bahçesinde oturup bir şeyler yedik. Deniz otobüsümüzün iskeleye yanaşmasıyla gemideki yerlerimizi de aldık. Dönüş yolculuğunda gidişteki gibi kendimize dair konuşmayı bırakıp, ada halkı hakkında konuşmaya başlamıştık. Çok fazla karadenizlinin yaşadığı bir yerdi. Zaten iner inmez belediye önündeki eğlencede kolbastı oyananıyor olması, ya da "OFLİ'NİN YERİ" gibi bir sürü karadeniz ağzıyla yazılmış tabelalardan da anlaşılıyordu. Trabzon tarafından göç alan, ya da en azından İstanbul'da yaşayan göçmenlerin yazlıklarının bulunduğu bir adaydı. Onlar dışında özellikle köyde, hem haşemayla yüzenler vardı, hem de "onların olduğu yere oğlumu sokmam, çıksınlar öyle girer" diye yersiz ve ukalaca bağıranlar. Her ne kadar birbirlerine pek saygı gösterdikleri söylenmese de yazlarını bu ucuz yerde, beraber yaşıyorlardı en azından.

Görülmesi gereken bir yer mi diye sorarsanız bence çok da görülesi bir yer değil; ama gittiğine pişman mısnız derseniz, cevabım hayır olur. Deniz, kum, güneş... İnsan nerede olursa olsun bunlardan pişman olmaz sanırım:)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder