26 Kasım 2010 Cuma

Paganini Trio


Erkek arkadaşımın twitter üzerinden davetiye kazanmasıyla vasıl olduğum muhteşem üçlü... Çok şanslı bir adamla birlikteyim sanırım. Dün akşam 15 dakika içinde 2 ayrı konsere davetiye kazandı. Konserlerden biri dün akşam iksv salondaki Paganini Trio konseriydi. Burhan Öcal, Sabri Tuluğ Tırpan ve Atilla Aldemir'in müziğe dokunuşlarıyla boyut değiştirdim adeta. Niccolo Paganini'nin 24 caprice'sinden 12sini, Tuluğ Tırpan'ın düzenlemeriyle seslendirdiler. Atilla Aldemir'in kemana dokunurken ki mimikleri, Tuluğ Tırpan'ın piyanonun tuşlarıyla adeta kavga edişi ve Burhan Öcal'ın tüm o perküsyon aletleri üzerindeki hakimiyeti, adeta darbukayı okşayan, her an her parmakla ayrı bir ritim tutan eller...

Atilla Aldemir konserde Paganini'nin eğer bir kadını delirtmeden ya da ağlatmadan bir konser bitirirse kendini başarısız saydığını söylediğinde, aynı başarıyı gösterdiklerinden aslında emindi. Özellikle sahneden 12 caprice'in ardından seyirciyi selamlayıp indikten sonra, geri geldiklerinde horon çalmaları... Gerçekten inanılmazdı bir müzik ziyafetiydi. Konserden çıktığımızda aramızda tek konuşabildiğimiz, bir doğu batı sentezi değil biz bunu her aletle çalarız diye meydan okumakta olduklarıydı.

Eh o parmaklar ben de olsa ben de meydan okurdum sanırım. Ne sanırımı ya, bildiğin okurdum.

Bir sonraki konserleri ne zaman bilmiyorum ama kalan 12 caprice'i de dinlemek istediğimi biliyorum.

23 Kasım 2010 Salı

Bir Gün


Bir kadın var. Sarışın kısa saçlı. Zayıf değil, ama şişman da değil. Elinde kırmızı uzunca bir tasma, tasmanın ucunda bir ingiliz seteri var. Deniz kenarında yürüyor köpeğiyle yalnız, ama mutlu. Kafasında bir şeyler var, devamlı düşünüyor. Ara bir yola giriyor. Ne çok uzun ne çok kısa, bir yokuş tırmanıyor. Bir bahçenin kapısını açıp giriyor. Bahçe küçük ama yemyeşil. Demir bir kapı var kilidi açıyor, ardından ince, eski, ahşap bir kapı daha açılıyor. çok büyük olmayan bir salon, bir duvarla bölünmüş genişçe bir mutfak. Mor koltuk yeşil yastıklar, yeşil koltuk mor yastıklar, işte öyle rengarenk bir salon. Bir köşede minderler ve uzunca küçük bir sehpa. Üstünde eski bir gramofon. Duvarda eski film afişleri. Kenardan, yuvarlak, dar bir merdiven çıkıyor yukarı, ahşap basamaklar bastıkça gıcırdıyor. Zaten yerler de gıcırdıyor. Yukarı da 2 kapı var. Biri kilitli, görünmüyor içerisi. Diğerine girince, tavan alçak, üstte üçgen bir pencere. Yine rengarenk duvarlar, eşyalar. Yerden tavana bir kitaplık, hepsine dokunulmuş. Her yer fotoğraf dolu. Yaşama dokunmak gibi... Pencerenin önünde biraz aşağıda bir çalışma masası. Üstü kağıt kaplı. Ve rengarenk kalemler... Masaya oturuyor kadın.Bir şeyler yazmaya başlıyor. Zaman geçiyor, kalkıyor, bilgisayarla geri geliyor. Bomboş masa üstünde tek bir dosya: Senaryo
İçi bir sürü dosya dolu.Yeni bir dosya daha kaydediyor ve önündeki rengarenk kağıtlarda yazanları yazmaya başlıyor...

She is out of my league


Amerikan yapımı şu saçma romantik komedileri seviyor musunuz?
Güzel. O zaman bu filmi izleyebilirsiniz bence. Özgüveni olmayan, ara vermek bahanesiyle 2 yıl önce ayrıldığı kız arkadaşı ve onun yeni erkek arkadaşıyla kendi ailesinden biriymiş gibi görüşen çok da yakışıklı olmayan hatta çelimsiz bir vücuda sahip 20'li yaşlarda olduğunu anladığımız havaalanında güvenlikte çalışan genç bir adam ve organizasyon işiyle uğraşan, başarılı, havaalanında kendisini gören tüm erkeklerin salyalarını akıtan, çıtı pıtı sarışın güzel bir hatun.
Başroldeki delikanlımızın arkadaşları da kendisinin asla bu hatunla birlikte olamayacaklarını söyler. Ailesi ve arkadaşları bile ona sen yapamazsın, sen çirkinsin, sen ancak 5 numara olabilirsin derken, o da 10 numaralık hatuna layık görmez kendini ve tabi ki olanlar olur...

Güzel bir kadın çirkin bir adamla beraber olamaz, yani bir kadın karşısındaki insanlara göre güzelse, ya zengin ya başarılı ya yakışılı ya da hepsinin birden barındıran bir adamla beraber olabilir.

İşte filmimiz tam bu noktadan finaliyle ayrılıyor. Çünkü adam kendisine olan güvenini kazanıyor. Ve tabi ki etrafındaki herkese içindekileri haykırıp hatunun kollarına koşuyor.

Matah bir film mi? yoo, değil. Gayet sıradan, hatta o kadar sıradan ki...

12 Kasım 2010 Cuma

Biriktiriyorum.


Yazacak çok fazla şey var, yapılacak çok fazla şey var. Ve ben hepsini biriktirip, altında kalmayı tercih ediyorum bu gece.

22 Ekim 2010 Cuma

Bakmak ve Bakmak Arasındaki Uçurum


Cumartesiden cumaya evden dışarı hiç çıkmamış bir insan, günler sonra sokağa adım attığında sanki ilk kez dışarı çıkıyormuş gibi hissediyormuş meğer. Ya da ben öyle hissettim. Evden çıktığımda henüz gün doğmamıştı. Minibüste parfüm kokularına boğularak kadıköye indiğimde güneş halen tam kendini göstermese de ışıklarını göndermişti sokaklara. İskeleden kabataş vapuruna şapşal bakışlarla bindiğimde insanlar içeride oturmayı tercih ederken içine bulunduğum haleti ruhiyenin de etkisiyle dışarı çıktık. Önce biraz gazete okumaya çalıştım, baktım olmuyor çevirdim kafamı dışarıya sanki ilk kez İstanbul'a gelmiş, ilk kez vapura binmiş gibi etrafı izlemeye başladım. Haydarpaşa'dan Harem'e inen yokuşun vapurdan gözüktüğünü ilk kez fark ettim. Gün ışığında görememiştim de arabaların farları mı fark etmemi sağlamıştı bilmiyorum. Aklıma bir anda "Solino" geldi. Hayatımda en sevdiğim filmler arasında ilk 10'a girer heralde. Bir sahne vardı orada yaşadığım bu ana dair. Binaların arasına bir açık hava sineması kuruyorlar. Esas kız ve esas oğlan dört duvar arasında otururken kız etraflarındaki binaların renklerini soruyor. Adam cevap veremiyor. Kısacık sahne, neler anlatıyor.. Yürürken etrafımdaki binalara bakmaya başlamıştım filmi ilk izlediğimde, ve neredeyse çoğunun rengini şeklini bilmediğimi fark etmiştim. Bugün de vapurda aynı şeyi hissettim. yokuş bildiğim yokuş, vapur hep bindiğim vapur. O vapurdan o yolu görmek için yapmak gereken tek şeyse... Bakmak. Hep bir yerlere yetişiyoruz, bir şeyler yetiştiriyoruz. Oysa arada bir durup olduğumuz yerden bakmak gerekiyormuş.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Yola çıkma vakti...


Valizimi topluyordum son birkaç aydır. Unuttuğum bir şey kalmasın diye defalarca kontrol ettim. Geri dönmemek üzere yeni bir yolculuğa çıkmak hiç de kolay olmuyor. Önce yıkıntıların arasında da olsa canlı duranların tohumlarını toplamak, sonra o tohumların yeni yaşamın içinde can alıp alamayacağını görmek, gideceğin yeri bir kez daha değiştirmek istemediğin için haritaya günlerce, haftalarca hatta aylarca bakıp doğru rotayı bulmak. Bu rota için eski alışkanlıklardan nelere ihtiyacın olduğunu bulmak. Bunları valizin en sağlam köşesine yerleştirmek. Sonrasında seninle bu yola çıkabilecek insanları bulmak. Bu yolun doğru yol olduğuna bu insanları ikna etmek. Düşünmek. Düşünmek. Düşünmek. Yalanlardan arınmak. Yalanlardan arındırmak.

İşten bu son kısım sanırım esas zor olan. Yalanlardan arındırmak. İnanmak. Güvenmek. Kırılmak. Aşınmak. Zorlanmak. Çabalamak. Batmak. Çıkmak.

Yolculuk için hazırlığımın son aşamasındayım. Rotam, alışkanlıklarımdan seçtiklerim, yanımda götüreceklerim. Hepsi hazır "sayılır". Götürmek istediklerimden birini halen bu büyük valize yerleştirebilmiş değilim. İnanmak için elimde kalan son hamlemi yaptım. Son bekleyişten sonra ya listede bir eksikle çıkacağım yola, ya da...