26 Kasım 2010 Cuma

Paganini Trio


Erkek arkadaşımın twitter üzerinden davetiye kazanmasıyla vasıl olduğum muhteşem üçlü... Çok şanslı bir adamla birlikteyim sanırım. Dün akşam 15 dakika içinde 2 ayrı konsere davetiye kazandı. Konserlerden biri dün akşam iksv salondaki Paganini Trio konseriydi. Burhan Öcal, Sabri Tuluğ Tırpan ve Atilla Aldemir'in müziğe dokunuşlarıyla boyut değiştirdim adeta. Niccolo Paganini'nin 24 caprice'sinden 12sini, Tuluğ Tırpan'ın düzenlemeriyle seslendirdiler. Atilla Aldemir'in kemana dokunurken ki mimikleri, Tuluğ Tırpan'ın piyanonun tuşlarıyla adeta kavga edişi ve Burhan Öcal'ın tüm o perküsyon aletleri üzerindeki hakimiyeti, adeta darbukayı okşayan, her an her parmakla ayrı bir ritim tutan eller...

Atilla Aldemir konserde Paganini'nin eğer bir kadını delirtmeden ya da ağlatmadan bir konser bitirirse kendini başarısız saydığını söylediğinde, aynı başarıyı gösterdiklerinden aslında emindi. Özellikle sahneden 12 caprice'in ardından seyirciyi selamlayıp indikten sonra, geri geldiklerinde horon çalmaları... Gerçekten inanılmazdı bir müzik ziyafetiydi. Konserden çıktığımızda aramızda tek konuşabildiğimiz, bir doğu batı sentezi değil biz bunu her aletle çalarız diye meydan okumakta olduklarıydı.

Eh o parmaklar ben de olsa ben de meydan okurdum sanırım. Ne sanırımı ya, bildiğin okurdum.

Bir sonraki konserleri ne zaman bilmiyorum ama kalan 12 caprice'i de dinlemek istediğimi biliyorum.

23 Kasım 2010 Salı

Bir Gün


Bir kadın var. Sarışın kısa saçlı. Zayıf değil, ama şişman da değil. Elinde kırmızı uzunca bir tasma, tasmanın ucunda bir ingiliz seteri var. Deniz kenarında yürüyor köpeğiyle yalnız, ama mutlu. Kafasında bir şeyler var, devamlı düşünüyor. Ara bir yola giriyor. Ne çok uzun ne çok kısa, bir yokuş tırmanıyor. Bir bahçenin kapısını açıp giriyor. Bahçe küçük ama yemyeşil. Demir bir kapı var kilidi açıyor, ardından ince, eski, ahşap bir kapı daha açılıyor. çok büyük olmayan bir salon, bir duvarla bölünmüş genişçe bir mutfak. Mor koltuk yeşil yastıklar, yeşil koltuk mor yastıklar, işte öyle rengarenk bir salon. Bir köşede minderler ve uzunca küçük bir sehpa. Üstünde eski bir gramofon. Duvarda eski film afişleri. Kenardan, yuvarlak, dar bir merdiven çıkıyor yukarı, ahşap basamaklar bastıkça gıcırdıyor. Zaten yerler de gıcırdıyor. Yukarı da 2 kapı var. Biri kilitli, görünmüyor içerisi. Diğerine girince, tavan alçak, üstte üçgen bir pencere. Yine rengarenk duvarlar, eşyalar. Yerden tavana bir kitaplık, hepsine dokunulmuş. Her yer fotoğraf dolu. Yaşama dokunmak gibi... Pencerenin önünde biraz aşağıda bir çalışma masası. Üstü kağıt kaplı. Ve rengarenk kalemler... Masaya oturuyor kadın.Bir şeyler yazmaya başlıyor. Zaman geçiyor, kalkıyor, bilgisayarla geri geliyor. Bomboş masa üstünde tek bir dosya: Senaryo
İçi bir sürü dosya dolu.Yeni bir dosya daha kaydediyor ve önündeki rengarenk kağıtlarda yazanları yazmaya başlıyor...

She is out of my league


Amerikan yapımı şu saçma romantik komedileri seviyor musunuz?
Güzel. O zaman bu filmi izleyebilirsiniz bence. Özgüveni olmayan, ara vermek bahanesiyle 2 yıl önce ayrıldığı kız arkadaşı ve onun yeni erkek arkadaşıyla kendi ailesinden biriymiş gibi görüşen çok da yakışıklı olmayan hatta çelimsiz bir vücuda sahip 20'li yaşlarda olduğunu anladığımız havaalanında güvenlikte çalışan genç bir adam ve organizasyon işiyle uğraşan, başarılı, havaalanında kendisini gören tüm erkeklerin salyalarını akıtan, çıtı pıtı sarışın güzel bir hatun.
Başroldeki delikanlımızın arkadaşları da kendisinin asla bu hatunla birlikte olamayacaklarını söyler. Ailesi ve arkadaşları bile ona sen yapamazsın, sen çirkinsin, sen ancak 5 numara olabilirsin derken, o da 10 numaralık hatuna layık görmez kendini ve tabi ki olanlar olur...

Güzel bir kadın çirkin bir adamla beraber olamaz, yani bir kadın karşısındaki insanlara göre güzelse, ya zengin ya başarılı ya yakışılı ya da hepsinin birden barındıran bir adamla beraber olabilir.

İşte filmimiz tam bu noktadan finaliyle ayrılıyor. Çünkü adam kendisine olan güvenini kazanıyor. Ve tabi ki etrafındaki herkese içindekileri haykırıp hatunun kollarına koşuyor.

Matah bir film mi? yoo, değil. Gayet sıradan, hatta o kadar sıradan ki...

12 Kasım 2010 Cuma

Biriktiriyorum.


Yazacak çok fazla şey var, yapılacak çok fazla şey var. Ve ben hepsini biriktirip, altında kalmayı tercih ediyorum bu gece.

22 Ekim 2010 Cuma

Bakmak ve Bakmak Arasındaki Uçurum


Cumartesiden cumaya evden dışarı hiç çıkmamış bir insan, günler sonra sokağa adım attığında sanki ilk kez dışarı çıkıyormuş gibi hissediyormuş meğer. Ya da ben öyle hissettim. Evden çıktığımda henüz gün doğmamıştı. Minibüste parfüm kokularına boğularak kadıköye indiğimde güneş halen tam kendini göstermese de ışıklarını göndermişti sokaklara. İskeleden kabataş vapuruna şapşal bakışlarla bindiğimde insanlar içeride oturmayı tercih ederken içine bulunduğum haleti ruhiyenin de etkisiyle dışarı çıktık. Önce biraz gazete okumaya çalıştım, baktım olmuyor çevirdim kafamı dışarıya sanki ilk kez İstanbul'a gelmiş, ilk kez vapura binmiş gibi etrafı izlemeye başladım. Haydarpaşa'dan Harem'e inen yokuşun vapurdan gözüktüğünü ilk kez fark ettim. Gün ışığında görememiştim de arabaların farları mı fark etmemi sağlamıştı bilmiyorum. Aklıma bir anda "Solino" geldi. Hayatımda en sevdiğim filmler arasında ilk 10'a girer heralde. Bir sahne vardı orada yaşadığım bu ana dair. Binaların arasına bir açık hava sineması kuruyorlar. Esas kız ve esas oğlan dört duvar arasında otururken kız etraflarındaki binaların renklerini soruyor. Adam cevap veremiyor. Kısacık sahne, neler anlatıyor.. Yürürken etrafımdaki binalara bakmaya başlamıştım filmi ilk izlediğimde, ve neredeyse çoğunun rengini şeklini bilmediğimi fark etmiştim. Bugün de vapurda aynı şeyi hissettim. yokuş bildiğim yokuş, vapur hep bindiğim vapur. O vapurdan o yolu görmek için yapmak gereken tek şeyse... Bakmak. Hep bir yerlere yetişiyoruz, bir şeyler yetiştiriyoruz. Oysa arada bir durup olduğumuz yerden bakmak gerekiyormuş.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Yola çıkma vakti...


Valizimi topluyordum son birkaç aydır. Unuttuğum bir şey kalmasın diye defalarca kontrol ettim. Geri dönmemek üzere yeni bir yolculuğa çıkmak hiç de kolay olmuyor. Önce yıkıntıların arasında da olsa canlı duranların tohumlarını toplamak, sonra o tohumların yeni yaşamın içinde can alıp alamayacağını görmek, gideceğin yeri bir kez daha değiştirmek istemediğin için haritaya günlerce, haftalarca hatta aylarca bakıp doğru rotayı bulmak. Bu rota için eski alışkanlıklardan nelere ihtiyacın olduğunu bulmak. Bunları valizin en sağlam köşesine yerleştirmek. Sonrasında seninle bu yola çıkabilecek insanları bulmak. Bu yolun doğru yol olduğuna bu insanları ikna etmek. Düşünmek. Düşünmek. Düşünmek. Yalanlardan arınmak. Yalanlardan arındırmak.

İşten bu son kısım sanırım esas zor olan. Yalanlardan arındırmak. İnanmak. Güvenmek. Kırılmak. Aşınmak. Zorlanmak. Çabalamak. Batmak. Çıkmak.

Yolculuk için hazırlığımın son aşamasındayım. Rotam, alışkanlıklarımdan seçtiklerim, yanımda götüreceklerim. Hepsi hazır "sayılır". Götürmek istediklerimden birini halen bu büyük valize yerleştirebilmiş değilim. İnanmak için elimde kalan son hamlemi yaptım. Son bekleyişten sonra ya listede bir eksikle çıkacağım yola, ya da...

13 Eylül 2010 Pazartesi

Bodrum Notları vol.2: Bursa dışında bebeklik arkadaşlarınla içersen?



Gündüz güzel bir deniz keyfinin üzerine akşam nereye gitsek ne yapsak derken, bebeklik arkadaşlarımın Bodrum’da çalıştıklarını öğrenmemle, merkezde onlarla buluşmaya karar verdik. Bodrum’un pahalılığıyla nasıl başa çıkabileceğimizi kara kara düşünürken, yemekleri 3 öğünden 2 hatta son günlerde alkole para yetmeyecek kaygısıyla tek öğüne indirmekten başka bir çare bulamadık. Deniz dönüşü odada geçen birkaç saatin ardından merkeze inerek Bulut’la buluştuk. Önce ucuzu yollu bir şeyler içip, sonrasında müzik dinleyebileceğimiz bir yere geçmeye karar verdik. Barlar sokağında kendimize 3 kişilik bir masa bulup iğrenç tekilaları ve biraları her yerden gelen bangır bangır müzikle içtikten sonra kendimizi sokaktan dışarı attığımızda alkolden değil de müzik sesinden başım dönüyordu. Merkezi bir ucundan diğer ucuna kadar yürüyüp Bora Uzer denen şahsın çıkacağı Mavi adlı mekana geldiğimizde “giriş ücreti yok, ilk içtiğiniz içki 25 lira ve bahçemiz dolu” cümlelerinin ard arda sıralanmasından sonra tam barın karşısında insanların ellerinde biralarla takıldığı alana doğru ilerleyip kendimize oturacak bir yer bulduk. Bakkaldan aldığımız 2 liralık biralarla Bora Uzer’in müziği uzaktan çok daha keyifliydi. Sanırım en çok eğlendiğim dakikalar İrem’le çektiğimiz en eğlenceli fotoğraflar da buraya aitti. Hem muhabbet edip hem içip hem caza doyduktan sonra aramıza Yağmur’un da katılmasıyla yer değiştirmeye karar verdik. Bodrum’da rock müzik dinleyebileceğimiz tek mekan olduğunu düşündüğüm Kule’ye geçtik. İçeride adım atmak dahi zordur, kaldı ki çok da adım atacak hal kalmamıştı hiçbirimizde. Kule’de bir süre olduğumuz yerde zıplayıp birkaç bira daha tükettikten sonra son servise yetişmeden bir şeyler yiyebilmek için Kule’yi de terk-i diyar eyledik. Yolda yürürken her zaman ki sarhoşluk halimin üstüne eklenen açlık ve gülme halleri Burger King’e kadar devam etti. Yolda tüm şımarıklıklarıma katlanan Bulut, çözülen ayakkabılarımı bile bağladıktan sonra sanırım daha fazla dayanamayacaklarını anladılar ve Pazar görüşmek üzere kaçtılar. Kaldı ki Pazar günü bile görüşmedik bu kaçış öyle bir kaçıştı. Mutsuz muyum? Sanmıyorum, eğlendim, güldüm ve hiç kimseyi bir şeyler için zorlamadığımı düşünmekteyim. İrem’le minibüse bindiğimizde yemeğin verdiği ayılma hissiyle biraz daha ciddi bir görünmün altına saklanmıştık ki, yanımıza binen 2 gencin konuşmalarını duymamak imkansız olduğu için gülmeye başladık.

- Borum’da en çok neyi seviyorum biliyor musun Ali?
- ??
- Gece eve dönerken yüzüme camdan çarpan şu rüzgarı. Aaah ah.

Okuduğunuzda çok da komik gelmemiş olabilir ama arkadaşıyla tatile gelmiş en fazla 18-19 yaşında bir adamın iç çekerek söylediği bu cümleler bizi yaklaşık 20 dakika güldürdü sanırım. Zaman konusunda kargaşa yaşıyorum aslında biraz malum, alkol insanın saatle olan ilişiğini kesiyor bir zaman sonra.
Eve döndüğümüzde bir önceki gece gibi yatak sohbeti yapacak hal yoktu. Hatta eminim odaya girilen ilk 3 dakikadan sonra çıkan tek ses horlama sesleriydi.

7 Eylül 2010 Salı

Bodrum notları vol.1: Gümbette alman ve öğretmen sanılmak

Aslında dakika bir gol birle başlamak isterim.

Annemin "kendine dikkat et"li binlerce cümlesine "anne ilk defa mı bir yere gidiyorum" tepkilerimin üstüne, uçaktan inip otobüse binerken bavulu yere düşürmemle beraber elimde oluşan morlukla başladı güzel tatilimiz. Uzun zamandır görüşmemenin verdiği sohbetlerle torba yol ayrımında havaştan çantalarımızla indik. Karanlık yol ayrımında taksi durağına yaklaştığımızda, taksiye bineceğimizi sananlar, minibüse nereden bineceğimizi sorarken sinirlenip "burdan zor binersiniz yürüyün te ora" diye uzun karanlık köprü altının ilerisini gösterdiklerinde, çoktan o yöne doğru yürümeye başlamıştık ki, 50'li yaşlarda bizle beraber otobüsten inen bir amcamız "ben de Türkbükü'ne gideceğim gelin benle, arabam şimdi gelir" dediğinde gözlerimizde yanan ışıklarla ağzımınız kulaklarımıza vardığı aptal gülümsememizi keşke birileri resmedebilseydi. Beklenen araba geldiğinde şoför koltuğunda hafif kambur, zayıf, uzun beyaz saçlı biri indi. Anneneyi andıran kişinin, bavulları koymaya yardım ederken yine 50'li yaşlarda bir erkek olduğu anlaşıldı. Türkbükü'ne varıp da arabadan indiğimizde yüzlerimizdeki aptal gülümseme alaycı bir hal almıştı. Orhan adlı anneanne benzetmemizin ortak olmasıyla kahkahalar patladı, daha ne kahkahalara sebep olacağını bilmeden konuyu kapatıp evimize girdik. İlk geceyi evde yatarak geçiremeyiz diyerek üstümüzü değiştirip çıktık. Türkbükü'ne indik ve işte o büyük hayal kırıklığı sesleri etrafımızdaydı: büyük sessizlik. "Scipahoy" adlı ciks mekan dışında tek bir yerden bile müzik sesi gelmiyordu. Sanki şehrin en cıvcıvlı yerinde değil en sessiz yerindeydik. Minibüse binip Gümbet'e gitmeye karar verdik. Niye verdiysek o kararı. Sanki Gümbet bize göre bir yermiş gibi. olsun ama eğlendik mi eğlendik. Ha tabi değişik bir eğlence anlayışı oldu, o ayrı. Minibüsten minibüse yapılan aktarmalar sırasında Bodrum maceramızın merkezi haline gelen gar muhabbetlerinin ilki, susurluktan sonra yediğim en muhteşem tostla başladı. Gümbette yokuş aşağı yürüyüp bir barda terasa çıktık, oturduk. Gelen garson İrem'e bakıp tam türkçe konuşacakken beni gördü, ingilizce konuşmaya karar verdi. Türkçe cevap vermemle sarsıldığı yüzünden belliydi. Sonrasında gelip muhabbet etmeye çalıştığında aldığı tepkilerden de, tabiri caizse götüne baka baka döndü diğer tursitlerin yanına. Masada muhabbet bile edemeden etraftaki insanları incelerken gözgöze gelip gülüyorduk İrem'le. Bir süre sonra masaya bardağını koyan, uzun boylu, esmerce bir genç belirdi. Konuşmak için kıvrandıktan sonra tabi ki yine ingilizce muhabbete başladı. İrem de ingilizce cevap veriyordu, gencin Türk olduğu o kadar belliydi ki, İrem inatla ingilizce konuşmaya devam etti, ta ki çocuk nerelisiniz diye sorana kadar. İrem Türk diyor çocuk nerdesiniz demiyorum nerelisiniz diyorum diye diretiyordu, masanın diğer ucunda gülmeye başlayan bana bakınca, bir anda, özür dilerim ya arkadaş almana benziyor da dedi bir anda afallamış yüz ifadesiyle beni gösteren el. Tabi sonrasında özür dileyerek ayrıldı. Neden özür dilediğini hala anlamış değilim. Türk olduğumuz için özür diledi?!?! Neyse ardından içkilerimizi tazelemek için gelen barmen -gözümdeki gözlükleri kastederek- öğretmen misiniz diye bozdu. Geçmişte öğretmenlik yaptığım için hiç bozmadan, evet dedim gülümseyerek. "Hmm genç gözüküyormuşsunuz bayaca, kusura bakmayın" dedi ve gitti. Özür dileyenler çoğalıyordu, acaba beni kaç yaşında sanmıştı, ya da her gözlük takanı öğretmen mi sanıyordu, yoksa bütün öğretmenleri gözlüklüydü de bundan mı hafızasında gözlük böyle bir çağırışım yapıyordu hiçbir zaman bilemeyeceğiz tabi ki. O bardan, 1 saat geçmeden sıkılan ikili olarak kalkıp başka yere girelim dedik. İlk denememiz fiyaskoydu, içeri girdiğimizde ki kusmuk kokusuna dayanamayarak çıktık, karşısındaki bara girdik. Dışarıda yer yoktu barda duralım dedik. Barın üzerinde en fazla 17 yaşında, 2 genç kız dans ediyordu. Barın ardındaki genci görmemek için kör ya da sarhoş olmak gerekirdi. Kafasında siyah fötr şapkayla kızları bacaklarından dürterek bunu yapın böyle yapın diye kendince seksapel hareketlerle komut vermeye çalışıyordu. Kızlarda gülerek onu taklit ediyorlardı. Gencin yüzüne gülmemek için bara arkamızı döndüğümüzde tam karşımızda ayağında siyah rugan ayakkabıları, gözünde siyah, yüzünü kaplayan gözlükleriyle, yüzünde bodruma geldiğimiz ilk anki aptal sırıtışımızın aynıyla bize bakıp dans eden diğer genci görüdüğümüzde artık insanların yüzüne gülmekten kaçamayacak kadar sinirlerimiz bozulmuştu. aynı anda verdiğimiz kararla bardaki 10 dakikadan sonra kendimizi yine dışarı attık. Türkbükü'nün sessizliğinden sonra, iğne atsan yere düşmeyecek gümbete gelen ikili, kahkahalarla gümbet'ten kaçıyordu. Ardımızda atılan nağralar, sarhoşluktan ayaklarımızın dibine düşen genç kadınlar, erkekler... Minibüse bindiğimizde hala gülüyorduk ve bir yandan da 2 tombik, hala gardaki tostu konuşuyorduk. Eve dönüp ışığı kapattığımızda yataklarımıza girmiş ama hala çenemize kilit vuramamıştık. Ezan sesini duyduğumuzda "eyvah gün doğuyor sarhoş değiliz uyumamız gerek" diyerek sustuk. Ve ilk günü kahkahalarla bitirdik.

24 Ağustos 2010 Salı

sıkıntı akrostişi

Ağlarken içim
Mecnun diye bağırırdım
Ağlarsa anam ağlar

Berisi beni bağlar
En güzel şiir değil
Ne beklersin zaten benden
İster oku ister okuma
Mecnunumu getir bana

Can sıkıntısı sen nelere kadirsin
Ama arkadaşlar iyidir
Nerede ulan o arkadaşlar
Irmaklarda boğulasıcalar
Men ettim kendimden hepinizi

Çarşıya çıktım gelen yok
Oklava alacaktım satan yok
Kedi buldum sahibi yok

Seni buldum kedi gibi
Isıttım sütü nenem gibi
Kastım kendimi aşık gibi
Ispatlayacak neyim var sanki
Lüle lüle saçım da yok zaten
Dalamana gidecektim evvelden
Ikına ıkına giderim anca bodrum'a.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Her bi bokla dalga geçenler, size sesleniyorum! Gelin, gelin...

Billur gibi olmuşsunuz maşallah ama bir halttan anladığınız yok ne olacak?

12 Ağustos 2010 Perşembe

Ders 1:

Ustalık zor zanaat. Boya badana, kağıt kaplama, elektrik, parke sökme, yer kaplama... Şimdilik bunların ne kadar sabır gerektiren işler olduğunu öğrendim. Hammalık daha da zor. kuvvet, kilo "felan." değil olay. Strateji. Hepsi için ayrı planlamalar, zamanlamalar gerekli. "Zamanlama" anahtar kelimemiz bu aslında. Bir işi yapmadan diğerini yapmanız mümkün değil, bir yeri sökmeden diğerini sökmeniz, kesmeden kesmeniz, boyamanız... Ben öğreniyorum. Size de tavsiye ederim. Hem kafa dağıtıyorsunuz, başka şeyler düşünme fırsatınız olmuyor, hem daha sabırlı bir insan oluyorsunuz, hem elinizden ne kadar iş geliyor onu görüyorsunuz:)

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Verdiğin parayı sayma, bedava!


Annemin internette istanbul'a yakın yerleri araştırmasıyla başlayan "Marmara Adası" maceramız dün gece 10.30 sularında eve gelmemizle son buldu.

İnternetten yaptığımız hiçbir rezervasyon amacına ulaşmayınca tabi evdeki hesap çarşıya uymadı. Acaba paramız yetecek mi, orada ne kadar harcarız, gitmesek mi gibi endişeler içindeyken deniz otobüsü biletlerini almamızla gidişimiz kesinleşmiş oldu. Deniz otobüsü internette yazdığı gibi 2.5 saat değil tam 3 saat 25 dakika sürdü. Deniz üzerinde hiç temiz hava almadan, yaz sıcağında giyilmiş askılı bir elbiseyle klima altında tam 205 dakika üşümek... Gerçekten eğlenceli değildi.

Adaya vardığımızda internet sitelerinde 10 dakikalık mesafede olduğu yazılan motelin bulunduğu çınarlı köyüne minibüs ya da taksi yoluyla varabileceğimizi öğrendik. Minibüslerin kalktığı yere doğru yürürken etraftaki çay bahçeleri, dondurmacılar ve dükkanlar bize Burgaz adayı hatırlattı. Burgaz adayı ikimizde çok sevdiğimizden buraya da daha samimi bir gözle bakmaya başladık. Gittiğim yerleri başka yerlere benzetmek gibi bir alışkanlığım olduğu için,anlatırken bu benzetmelere birkaç kez daha rastlayacaksınız sanırım:)

Minibüse bindiğimizde yaptığım ilk şey 10 dakikadan fazla sürmeyecek olmasını hayal etmekti. Hem çok sıcaktı, hem çok kalabalık, hem de ayakta bir valizle durmaya çalışıyordum. yaklaşık 20 dakika sonra son durağa geldik. Meğer zaten sadece 3 durak varmış, ilk durak*merkez, ikinci durak*manastır, son durak*çınarlı köyü. Son durakta indiğimizde motelin yerini sorduk, tarifler üzerine yaklaşık 10 dakikalık bir yol.. ve nihayet vikinglerin yerini bulmuştuk. Saat 11.30 olmuştu biz yeri bulana kadar. Kimliklerimiz verildi, oda anahtarı alındı ve odaya yerleşildi.

Oda gayet küçük ve temizdi. Eşyaları bırakıp biraz keşif yapmaya karar verdik. Vikingler deniz kenarındaydı, zaten şerit boyunca pansiyonlar, moteller ve restoranlar vardı. Arabanın giremediği bir yürüyüş yoluydu. Bu köy de bana Kumlayı hatırlatmıştı. Daha küçüktü sadece.

Restoranların hemen hemen hepsi, çiğ börek, balık, pide, midye gibi yazlık yerlerin vazgeçilmez yemeklerinin hepsini bulunduruyordu. Kahveler vardı. Denizi sırtınıza aldığınızda köyün sağ tarafındaki kahveler, daha çok gençlere yönelik gözüküyordu, müzik,oyunlar, hatta alkol bile vardı. Sağ tarafa doğru gittikçe, daha aile çay bahçesi tarzında yerler göze çarpıyordu. Bakkal, dondurmacı, pastane gibi yerleri de öğrendikten, hatta köyü bir ucundan diğer ucuna yürüdükten sonra odamıza döndük. Biraz kitap okuyarak, uykuya daldık.

Sabah uzun zaman sonra denize girecek olmanın heyecanı üzerimizde, hazırlanıp kahvaltıya indik. Kahvaltı ve vikingler gayet güzeldi.Kumsala adım attığımızda tüm gölge yerlerin hatta tek bir şezlong dışında tüm şezlongların dolu olduğunu gördük. Güneşte geçen tüm günün, sıcak bir denizin, dalga sesinde kitap okumanın ardından akşamüstü 7 sularında odaya çıktık. Duş alıp hazırlandıktan sonra yeniden aşağıya indik. Yemekler gayet lezzetliydi, hatta söylemeliyim ki ilk kez dışarıda bir zeytinyağlı yemeği bu kadar beğendim. Yemekten sonra merkeze inmeye karar verdik, Çınarlı'nın bir ucundan diğer ucuna yürümek 15 dakika sürerken, yapılacak pek de bir şey yoktu. Saat başı kalkan minibüslerle, bu sefer çok da kalabalık olmayan bir şekilde merkeze indik. Merkezde yürüyebileceğimiz yerleri de dolaştıktan sonra, deniz otobüsü iskelesinin yanında bulunan çay bahçesine oturduk. Birer çay içip yeniden ayaklandık. Her yerde ot ve baharat satan yerler vardı. Adanın bir tarafı çok yeşil olduğu için sebze, meyveler hep çok tazeydi. Gün içinde yiyip içtiğimiz şeyleri düşündükçe adanın ucuzluğu daha da dikkatimizi çekiyordu. Her yazlık yerde olduğu gibi burada da bolca takı satan tezgahlar vardı. Taktığım bilekliklerin bazılarının eskidiğini söyleyen annemi dinledim ve hem kendime hem Özgür'e birer bileklik aldım. Tekrar ters istikamete doğru ilerlemeye başladık. Bu sefer hedef dondurmacıydı. Dondurmacıya gittiğimizde topların küçük olduğunu görerek 6 çeşit dondurma aldım. Böyle söyleyince çok gibi gözükse de İstanbul'da aldığımız 2 top kadar ancak oldu. Annemle ikimizin 6'şar topuna 4.5 lira verince artık emin olmuştum. istanbul'da 2 topa buradaki 12 toptan daha fazla veriyormuşuz meğer. Mısırdan çaya, şaldan dondurmaya her şey yarı fiyatından azdı burada. Hem de yazlık bir adada! Şaşılacak şeydi doğrusu. Evdeki hesap bu ucuzluk sayesinde çarşıya uymuştu artık.

Aynı yerleri dolanmaktan yorulup başka bir çay bahçesine oturduk. Buradaki fiyatların da diğerlerinden farkı yoktu. Saat 12'de son minibüse binerek köyümüze döndük. Sularımızı alıp, otele geçtik. Yine kitap uyuyarak günü bitirdik.

Sabah yeniden kahvaltıya indiğimizde boş bir şemsiye vardı. Zaten şemsiye olmasaydı kumsalda oturamazdım. Bir gün önce güneşe ilk kez çıkmış olmama rağmen hem gölgede oturmamıştım hem de öğlen sıcağında güneşte kalmıştım. Beklenen sonuç boy göstermişti. Her yerim acıyordu. Şemsiye altında kitap okurken, dün aynı saatlerde gelen, arabalı vapura benzer, oldukça büyük bir tur gemisi yine iskeleye yanaşıyordu. Aynı saatte aynı Hande Yener şarkısıyla koya giren gemi, iskeleye yanaşırken yine Barış Manço'nun el salla şarkısını çalıyordu. Koydan yolcularını alıp bir tur atıp çıkana kadar da aynı şarkıyı çalmaya devam etti, geminin içindekiler de bıkmadan el sallamaya. Kıyıda dinlenenler için gerçekten sinir bozucu olan bu geminin, belediyede yapılan anons sayesinde Tekirdağ, Barbaros'a giden bir yolcu gemisi olduğunu öğrenmiş olduk. Günde 2 kez geliyormuş yolcu alıyormuş, gidiyormuş. Tıpkı deniz otobüsleri gibi, bu arabalı ve tekirdağa gidiyor sadece. Merkeze inene kadar saat 6'da sandığımız deniz otobüsüne yetişebilmek için saat 4 gibi odaya çıkıp hazırlandık, vikinglere veda ederek merkeze indik. Ama geciken 5 gemisinden yapılan anonsla kendi gemimizin saat 6'da Avşa'dan kalkıp, 6.30'da bizim adadan kalkacağını öğrendik. Elimizde valiz olduğundan yürüyüş yapmadan iskeleye yakın bir çay bahçesinde oturup bir şeyler yedik. Deniz otobüsümüzün iskeleye yanaşmasıyla gemideki yerlerimizi de aldık. Dönüş yolculuğunda gidişteki gibi kendimize dair konuşmayı bırakıp, ada halkı hakkında konuşmaya başlamıştık. Çok fazla karadenizlinin yaşadığı bir yerdi. Zaten iner inmez belediye önündeki eğlencede kolbastı oyananıyor olması, ya da "OFLİ'NİN YERİ" gibi bir sürü karadeniz ağzıyla yazılmış tabelalardan da anlaşılıyordu. Trabzon tarafından göç alan, ya da en azından İstanbul'da yaşayan göçmenlerin yazlıklarının bulunduğu bir adaydı. Onlar dışında özellikle köyde, hem haşemayla yüzenler vardı, hem de "onların olduğu yere oğlumu sokmam, çıksınlar öyle girer" diye yersiz ve ukalaca bağıranlar. Her ne kadar birbirlerine pek saygı gösterdikleri söylenmese de yazlarını bu ucuz yerde, beraber yaşıyorlardı en azından.

Görülmesi gereken bir yer mi diye sorarsanız bence çok da görülesi bir yer değil; ama gittiğine pişman mısnız derseniz, cevabım hayır olur. Deniz, kum, güneş... İnsan nerede olursa olsun bunlardan pişman olmaz sanırım:)

23 Temmuz 2010 Cuma

Korkak


Ben korkak bir insanım. Karanlıktan korkarım, yalnız kalmaktan korkarım, böcekten korkarım, babamdan korkarım, hırsızdan korkarım, yanlış anlaşılmaktan korkarım, terk etmekten korkarım, reddedilmekten korkarım, yakalanmaktan korkarım... Çok korkak bir insanım.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Bunalıma girmenin eşiğinde olsam gerek. Saçlarımı kes(tir?)mek istiyorum.
Etrafındaki kadınları devamlı ezmeye çalışan adamların etraflarındaki kadınlar tarafından devamlı ezildiğini düşünüyorum.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Müzik mi Kitap mı

Eski bir arkadaşımla bu soru üzerine oldukça uzun tartışmalara girdiğimizi hatırlıyorum. Ben müzik diyordum, o kitap. Şimdi bakıyorum da yazarken bile kitabı değil müziği tercih ediyorum. Elimde bir kitap, tanıtım yazısı yazmak için günlerdir oyalanıyorum, yazamıyorum, sinirleniyorum. Ama 2 gün önce bir konsere gittim ve yazmak için fırsat bulamadığım dünden bugüne, kıvranıp durdum. Anlatı için bile önceliği müziğe veriyorsam eğer, sorunun cevabını doğru vermişim.

Ben okuma demiyorum, hobi olarak yine oku. (?#!*?!#)

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Eğlenmek

Dans etmiyorsan, ortada müzik yoksa, hele alkol almıyorsan kesinlikle eğlenmiyorsun demekmiş:) Öyle 2 muhabbet edeyim, sahile karşı oturayım falan eğlence değilmiş öyle, hani ben söyleyeyim de siz de yanlış bilmeyin dedim.

Ben de bugün öğrendim hemen paylaşmak istedim:)
Biri, birine, sabah seni masamda istiyorum diyorsa niyet okumaya başlayarak çok eğlenebiliriz. Ne de olsa okuyan benim, yorum hakkı benim:)

11 Temmuz 2010 Pazar

Ben sigarayı bıraktım da, o beni neden bırakmıyor?

İÇMİCEM ULAN!

9 Temmuz 2010 Cuma

8 Temmuz 2010 Perşembe

Telefon Sapığı

Sanırım bugüne kadar çok değişik telefon sapıklarım oldu. Kadın, erkek, çocuk, ergen, hatta birinin sesi yaklaşık 50 yaşında bir adam sesiydi, ya gerçekten yetenekli biriydi, ya da gerçekten o yaşlarda bir adamdı, ama o yaşta bir adam neden bilmediği numaraları çevirerek sapıklık yapmak istesin ki. Gerçi kişinin, aşırı sigara ve alkolden genç yaşta sesinin o denli çatallanmış olduğunu da düşünebiliriz. Ama bugün ki gizli numaradan arayan sapığım kadar ilginç bir şey soran olmamıştı. Bir abim var mı merak etmekte kendisi. Ben de bir cevap vermemeyi tercih ettim. Ya nolur söyle, var mı yok mu diye ısrarlı bir şekilde sormaya devam etti, ama yine yanıt alamadı. Kişi sesini öyle bir değiştirmiş ki, bir cinsiyet ayrımına varamıyorsunuz. 2-3 kez cevapladım telefonları, ama aynı soruyu tekrarlaması heyecanını yitirmesine sebep oldu. Şu sıralar o aramaya devam ediyor, bense artık sadece abim sorusunu yanıtsız bırakmakla kalmayıp telefona da cevap vermemeyi tercih ediyorum.

Haydi.

Bir tarafım kalk gidelim diyor, diğer taraf da bok yeme otur. Ben yatmayı tercih ettim şimdilik. Anneler hep uyuyunca geçer, sabah bir şeyin kalmaz demez mi zaten?